Dogus Gazetesi

Ahmet Demirhan
Son zamanlarda kurumlarımız, bir takım vesilelerle mercek altında. Bu durumu göz önüne
alarak, Türkevi Arastırmalar Merkezi yöneticisi Veyis Güngör ile, kurumlarımızın geçmisini
ve gelecegini, anlayısını ve politikalarını, eksikliklerini ve tecrübelerini konustuk. Güngör,
kurumlarımızın profesyonellesmesinin gerektiginin yanında, ortak hareket etme ve
sorumluluk paylasma kültürlerinin gelismesinin zorunluluguna dikkat çekti.
Kurumlarımızın altını dolduramıyoruz
Hollanda’da literatüre de geçtigi sekliyle ‘öz-örgütler’ diyebilecegimiz kurumların
ilki, 1974’te kurulmus. O tarihten bu yana bunların gelisimine baktıgımızda,
kurumlarımızı, degisik dönemlere ayırabilecegimizi görürüz.
Hollanda hükümeti, farklı kurum ve kurulusların da mevcut toplumda yer
almasını tesvik amacıyla, destekledigi alanlarda kendilerini muhatap alabilecegi,
kendileriyle grup ya da cemaat arasında köprü olabilecek kurum ve kurulusların
dogmasını destekledi. Spordan saglıga, egitimden kültüre kadar bir çok alana
yayılıyordu bu destek.
Profesyonel kurumlarımıza gelince; bunlar, üç-bes tane. Bir takım sektörlerde
belki yeni yeni ortaya çıkıyor; ama, yetismis elemanın azlıgı ya da bu isi
bilenlerin az olması da, bir çok sıkıntı doguruyor. Yani, profesyonel
kurumlarımızı dolduramıyoruz.
Kurumsallasma açısından, sosyolojik olarak bakıldıgında, eksikliklerimiz çok.
Zira sartların zorlamasıyla ve bireylerin zorlamasıyla yürüyen bir örgütlenme
anlayısımız var. Henüz görev ya da is paylasımı yahut katılım anlayısını
gelistirmis ve yerlestirmis degili
Yöneticisi oldugunuz Türkevi’nin yakın zamanda yayınladıgı kitaplardan birisi
önümüzde duruyor. 40 Yıl 40 %nsan 40 Öykü. Bu kitap, 40 yıl içinde
Hollanda’da belirli yerlere gelmis insanımızın bir manzarasını sunuyor. Peki bu
40 yıla baktıgımızda, kurumsal olarak nasıl bir manzara sunuyoruz?
Hollanda’da literatüre de geçtigi sekliyle ‘öz-örgütler’ diyebilecegimiz kurumların ilki,
1974’te kurulmus. O tarihten bu yana bunların gelisimine baktıgımızda, kurumlarımızı,
degisik dönemlere ayırabilecegimizi görürüz. Kısaca bir geriye bakmak gerekirse, ilk önce
isçi dernekleri ile ortaya çıkan Türk kurulusları, daha sonra 12 Eylül 1980’de Türkiye’deki
siyasi yapının geçirdigi dönüsüm dogrultusunda örgütlenen, teskilatlanan bir yapıya
evrilmis. Bu egilimin uzun süre devam ettigini görüyoruz. Türkiye’deki en ufak siyasi
grubun temsilcisi bile Hollanda’da örgüt kurmus, vakıf kurmus. Daha sonraki yıllarda da
dini kimligin ya da söylemlerin öne çıktıgı bir örgütlenme sekliyle karsı karsıya gelmisiz.
Bunun sonrasında, üçüncü bir on-yıl diyebilecegimiz bir dilimde de, daha çok bireylerin
öne çıktıgı, bireysel egilimlerin agırlık kazandıgını görüyoruz. Burada, kurumların basında
tek bireylerin bulundugu, bunların kurumlara damgasını vurdugu bir yönetim agırlıkta.
Son zamanlarda ise, Hollanda sartlarında ortaya çıkan, farklı sektörlerde aktif (egitim,
yaslılar, saglık) olan; baslarında ise ilk yirmi yılda herhangi bir siyasi ya da dini örgütün
içinde yer almıs, ama oradan kopmus bireylerin bulundugu kurumlar görülmeye basladı.
Bu tür kurumlarda yukadıdaki örgütlenme modelinde geçerli olan “taban” dan daha
ziyade “is ya da etkinlik” sanki belirleyici olmustur.
Burada tarihsel bir manzara çizdiniz. Peki kategorik olarak baktıgımızda
manzara nasıl? Mesela, ‘öz-örgütler’ daha çok kendi içimizde olusturdugumuz
kurumlar. Ama bir de Hollanda makamlarıyla ya da toplumuyla iliski içinde
olusan kurumlar var ve aslında amacımız biraz bunları konusmak.
?lk iki katogoride yer alan örgütlerde Hollandalılarla iliski içindeler. Ancak sizin
habsettiginiz kurumlar, yani hizmet sektörinde ortaya çıkan kurumlar, aslında o kadar
genis kapsamlı degil. Bir elin parmakları kadar. Azınlıkta kalıyorlar. Bizim esas
örgütçülügümüz, daha çok gönüllülük inisiyatifine dayanan, kendi girisimlerimizle ya da
sartların zorlamasıyla ortaya çıkmıs. Hollanda toplumuyla ya da makamlarıyla iliski
içindeki kurumlar ise, yeni yeni gelismeye baslayan, sayısı da fazla olmayan kuruluslar.
%lk kategorideki kurumlarımıza baktıgımızda da, çok sayıda olduklarını
görüyoruz. Hatta ‘bu kadar kuruma gerek var mı?’ diye sorulabilir. Bunlar
gerçekten bir ihtiyaca binaen mi kuruluyor, yoksa baska nedenler de rol
oynuyor mu?
Burada aslında neden bahsettigimizi iyi belirlememiz, ‘kurum’ kelimesini iyi
tanımlamamız lazım. ‘Kurum’ derken, insanlarımızın kendi ihtiyaçlarından dolayı kurmus
oldukları vakıf ya da derneklerden mi bahsediyoruz; yoksa …
Bundan ziyade, hizmet sektöründe de faal olmak üzere olusturulmus
kurumlardan ya da mesela sendikalardan bahsediyoruz.
Söyle açıklayayım o zaman: Hollanda’da 20 yıl öncesinde, kültürel kurumlasma
sürecinde Müslümanların da yerlerini alması kriteriyle, çesitli sektörlerde bahsettiginiz
türden kurum ve kuruluslar ortaya çıktı. Bu daha çok Hollanda hükümetinin bir
politikasıydı. Hollanda hükümeti, farklı kurum ve kurulusların da mevcut toplumda yer
almasını tesvik amacıyla, destekledigi alanlarda kendilerini muhatap alabilecegi,
kendileriyle grup ya da cemaat arasında köprü olabilecek kurum ve kurulusların
dogmasını destekledi. Spordan saglıga, egitimden kültüre kadar bir çok alana yayılıyordu
bu destek. Destek, subvansiyonla ya da mali yardımla da sürdü. Bu alanlarda, cılız da
olsa, örgütlenmelerimiz mevcut. Çogunda basarısız olduk. Tabiri caizse çuvalladık. Mesela
bu katogoride “basın ve yayın”alanındaki örgütlenmemiz tam bir fiyaskoyla
sonuçlanmıstır. Bu sektörde müslümanların kurumlasması gerektigini gören bazıları,
basın-yayın alanında yetismis kadroları varmıdır yomudur sorusunu sormadan
dalmıslardır. Bir gün önce cami yöneten kisiler, ertesi gün Televizyon Yayın Kurumuna
geçmistir. Sonuç ne olmustur? Kaybeden kim olmustur. Elbette Hollanda’daki
müslümanlar. Öyle bir kaybedis ki, tarihe geçecek kadar komik! Düsünebiliyor musunuz,
IOS (?slam Yayın Kurumu) nin Hilversum’daki binası bir sabah yönetime muhalif olan
diger müslümanlar tarafından basılıyor ve ?slam Yayın Kurumu isgal ediliyor.
Bu dengesizligi nasıl açıklarız peki? Bir yanda kendi kurdugumuz örgütlerde bir
sayı çoklugu var. Ama diger yanda cılız dediginiz, tesvik gören kurumlar var.
1200’ün üzerinde dernek ya da vakıf var. Bunlar, içinde bir vesileyle ‘Türk’ ya da ‘?slam’
kelimesi geçen kuruluslarımız. Muhtemelen ihtiyaçtan dogan veya üç-bes kisinin bir araya
gelerek belirli amaçlar dogrultusunda kurdukları kurum ve kuruluslar. Bir çogunun kagıt
üzerinde kaldıgını da söyleyebiliriz aslında. Faal degiller bunlar, ama Ticaret Odası’na
kayıtlılar. Ama toplumda kitle etkinlikleri dedigimiz faaliyetlere girismiyorlar. ?lk baslarda
siyasi daha sonraları dini ve çok daha sonraları bireylerin agır bastıgı örgütlenme sürecine
yeni örgütlenme modelleri eklenmektedir. Son on yılda mesela, Türk ögrenci
kuruluslarının, Türk is adamları ya da girisimcilerinin, hemsehri derneklerinin, yardım
kuruluslarının örgütlendiklerini görmekteyiz. Bu ise bize Hollanda Türk toplumunun
örgütlenmeye doyamadıgını gösteriyor. Sosyolojik olarak, her olusum ya da ögütlenme
bir sosyal ihtiyaçtan kaynaklanıyorsa, o zaman Hollanda Türk toplumunun sürekli bir
olusum içinde oldugu ve sürekli ihtiyaçlarının degistigini görmekteyiz bu örgütlenme
modellerinden. Dolayısıyla kendi kurmus oldugumuz, yani gönüllülük esasına dayanan
örgütlerin sayısı gelecekte daha da artacaktır.
Manzaraya bir de baska açıdan bakalım isterseniz: %ster öz-örgüt biçiminde
olsun isterse de hizmet sektöründe ortaya çıksın, bu kurum ya da kurulusları,
Hollanda Türk toplumunu yönetme ya da yönlendirme açısından, toplumun
ihtiyaçlarına binaen yönetme açısından, liderlerin vasıflı olup olmadıkları
açısından nasıl degerlendiririz?
Aslında lider ya da yönlendirme açısından, yukarıda iki kategori biçiminde sundugumuz
kurum ve kurulusların islevleri arasında bir ayrım yapmak gerekiyor. ‘Öz-örgütler’
dedigimiz birinci kategori, ‘gönüllülük’ esasına dayanıyor. Sekiz saat çalıstıktan sonra,
artan zamanında bu tür isleri yapan kisilerle karsılasıyoruz burada. Bu nedenle, bu tür
örgütlenmelerden profesyonelce bir hizmet beklememiz abesle istigal olur. Bos
zamanında bu islerle ugrasmak ve insanlara hizmet götürmek zorunda. Bu açıdan bu tür
kurumlarda, yetismis elemanlarımızın yahut yeterince sayıda insanımızın oldugunu
söylemek biraz zor.
‘Gönüllülük’, gerçekten takdir edilmesi gereken bir husus. Ancak eger yapılacak
isin niteligini haiz vasıflar yoksa, o zaman gönüllülügün yarardan çok zarar
getirdigine dair elestiriler var ama. Gönüllülük ile nitelik açısından
kurumlarınızın yapısına baktıgımızda neler söylenebilir?
Gönüllülük, çalısma zamanları dısında bos zaman bularak faaliyetlerde bulunmaya
dayanır. Bu göz önönüne alındıgında, gönüllü olarak kurumlarımızı yönlendiren kisilerin,
çogu zaman elestiriye açık olmadıklarını söyleyebiliriz. Zaten gönüllü yapıyor bu isi.
Herhangi bir beklentisi yok. Bu katogoride etkin olan yönetcilerin bir kısmı zaten
‘yöneticilik kursu’ ndan geçiriliyor. Ya da tecrübe ederek ögreniyor. Eskiden Hollanda
hükümetinin bu islere yani ‘gönüllülükte kalite veya sürdürülebilir yönetim’ etkinliklerine
tesviki vardı. Bireyler, ya her hangi bir katkı saglamadan ya da sembolik katılarla bu tür
egitim programlarına katılır, kurs sonrası yöneticilik üzerine mutlaka bir seyler
ögrenirlerdi. Son dönemlerde bu islerin zorlastıgı ya da katkının artırılmasıyla istirakın
azaldıgı görülmekte.
Ancak ikinci kategorideki kurumsallasmada, yine birinciden kaynaklanan istisare
eksikligi, isi ehline vermeme ya da tek basına hareket etme gibi maalesef olmaması
gereken hareket ve davranıslar ortaya çıkıyor. Bu durumda da, hata ya da yanlıslar,
sadece o kurum ya da kisiyle sınırlı olmuyor; genele yayılıyor ve Türk toplumu zarar
görebiliyor. Azınlık olmamızdan da kaynaklanan bir özellik tabi bu. Birisinin yaptıgı hata
geneli baglamamalı; ama azınlık olunca is degisiyor. Birisinin çizdigi imaj, genele
yayılabiliyor.
Aslında tam da bu nedenle, kurumlarımıza önce kendimizin elestirel
yaklasmamız gerekmiyor mu? Birisinin yaptıgı hata genele yayılıyorsa, bu
durumda önce kendimiz kendi içimizdeki hataları elestirel bir degerlendirmeye
tabi tutarak, Hollanda toplumunun elestirilerinin önüne geçmemiz gerekmiyor
mu?
Geçenlerde Türkevi Arastırmalar Merkezi olarak, 100 Türk sivil toplum örgütünü
kapsayan bir alan arastırması yaptık. Bunun yanısıra 20 kisiyle de derinlemesine mülakat
yaptık. Karsımıza çıkan tablo suydu: Türk toplumunun örgütlerine baktıgımız zaman, bir
bilgisayar, tam toplantı salonu mu degil mi belli olmayan bir salon, yer seyin bir odada
merkezilestirildigi bir tablo çıktı karsımıza. Burada karsımıza hem mekan olarak bir
yetersizlik hem de bir yöneticiden beklenen hizmette yetersizlik çıkmaktadır.
Yöneticilerimiz ısrarla Türk toplumu kurumlarının bir an önce profesyonellesmesi
gerektiginin altını çiziyorlardı ve bunun sancısını yasıyorlardı. Ama nasıl? Bu da
arastırılması gereken ayrı bir konu? Yani Hollanda Türk toplumu olarak kurumlarımızda
profesyonel eleman istihdam edecek maddi gücümüz var mı? Diger taraftan, 20 kisiyle
yapılan derinlemesine mülakatlarda da, bu 20 kisinin bazısının profesyonel kurumlarda
çalıstıgını gördük: Bu kurumlarda her seyin yerli yerinde oldugunu söylememiz
mümkündü. Sekreterinden masasının düzenine kadar. Dolayısıyla yukarıda iki kategoriye
ayırdıgımız kurumlarımızı, birbirleriyle mukayese etmek biraz vicdansızlık olur. Neden?
?kinci kategorideki insanlar, sekiz saat o isle mesguller de ondan. Birinci kategorideki
insan da, isinden çıktıktan sonra, ailesinden zaman çalarak dernegine ya da vakfına
geliyor; faaliyetini yapmaya çalısıyor.
Bu manzaraya bakıldıgında, özellikle birinci kategorideki kurumlarımızın ve
onları yönetenlerin, Hollanda toplumuyla yeterince iletisim içinde oldugunu
söylemek mümkün mü?
Her ne kadar bu birinci kategorideki kurumlarımızın yerli toplumla köprü kurma görevi
hesap edilerek yola çıkılmasa da, sartlar onlara böyle bir görev yüklüyor ve böyle bir
iletisin kurmaya zorlanıyor derneklerimiz. Zira bir Türk derneginden, önce kendi cemaati
etkinlik bekliyor; ikinci olarak, yerli halk faaliyet bekliyor. Üçüncü olarak da resmi
kurumlar da arada köprü olmasını istiyor. Bizim kurumumuzun ise böyle bir hazırlıgı yok;
bu amaçla kurulmamıs. Böyle bir altyapısı da yok, donanımı da yok. Böyle bir isi
gerçeklestirmesi de zor. Kurumlarımızın bir çogu, böyle bir ikilemle mücadele etmek
zorunda kalıyor. Profesyonel kurumlarımıza gelince; bunlar, üç-bes tane. Bir takım
sektörlerde belki yeni yeni ortaya çıkıyor; ama, yetismis elemanın azlıgı ya da bu isi
bilenlerin az olması da, bir çok sıkıntı doguruyor. Yani, profesyonel kurumlarımızı
dolduramıyoruz. Keske ortada onlarca, burada Hollanda’da yetismis prof. r. arastırma
görevlisi olsaydı ve bazı kurumlarımız bu yetismis kadroyu istihdam etseydi… Keske bazı
haklarımızı bes on yıl sonra kullansaydık. Keske önce kadromuzu görüp, sonra kurumları
açsaydık, kursaydık… Ya da etimiz budumuz neyse ona göre hareket etseydik…
Sık sık dile gelen, ama pek açıkça tartısılmayan bir husus, kurumlarımızın
belediyelerden ya da baska resmi makamlardan subvansiyon alması konusu. Bu
nedenle bir çok kurum ya da dernek kuruldugu, ama sizin söylediginiz gibi
kurumlarımızın içini layıkıyla dolduramadıgımız söyleniyor. Bu açıkça
tartısılmayan, ama söylenti olarak dolasan elestiri ne kadar gerçekçi?
Bu söylentilere katılmak mümkün degil. Dernek kurmak kolay; ama bahsettiginiz
sübvansiyonu, kurum ya da kuruluslardan, belediyelerden, bakanlıklardan, fonlardan
almak o kadar kolay degil. Bunun için ciddi bir mücadele, ciddi bir plan ve ciddi bir
çalısma gerekiyor. Kadro gerekiyor. Uzman kisiler gerekiyor. Nerede bunlar? Diyelimki
bütün bunlara sahibiz. Yeter mi? Hayır. Ayrıca ciddi bir ‘agınız’ olacak bu kurum ve
kuruluslar nezdinde. Ben derneklerimizin ya da vakıflarımızın, hakettigi kadar sübvanse
edildigini zannetmiyorum. Zaten manzara da onu göstermiyor. Dolayısıyla, o söylenti pek
gerçekçi degil; para almak ya da yardım almak için vakıf kurarlarsa insanlarımız, pek
fazla zaman geçmeden hayal kırıklıgına ugrarlar. Çesitli resmi makamlardan ya da
kuruluslardan maddi yardım alabilmek için ciddi bir alın teri dökmeniz gerekiyor; önemli
bir projeyi, önemli bir çalısmayı ya da planı gerektiriyor bu is. Bunu da gerçeklestiren yok
denecek kadar az.
O zaman mevcut sübvanse imkânlarının çok azı kullanılıyor?
Bana göre öyle. Ama dedikoduyu çok iyi yapıyoruz. Hem yararlanmak isteyenleri
engelliyoruz böylece ve hem de kendimiz yararlanamıyoruz. Burada göçmenlikten
kaynaklanan bir çekememezlik psikolojisi hakim. Baska bir sebep de, tek basımıza
hareket etmeyi çok seviyoruz, hem kurum olarak ve hem de o kurumları yönetenler
olarak. Oysa Hollanda’da birlikte çalısma kültürü, bir takım kendisini ispat etmis kurum
ve kuruluslarla hareket edilmesini öngörüyor. Tek basınıza yola çıktıgımız zaman,
çogunlukla basvurunuz reddediliyor.
Kurumlarımızın kendileri için çizdikleri politika konusunda ne söyleyebiliriz?
Kendileri için bir politika belirleyip ona göre mi yola çıkılıyor yoksa sartlar öyle
gerektigi için mi hareket ediliyor?
Üzülerek belirteyim ki, önemli bir kısmında sartlar daha belirleyici. Keske kurumlarımızın
üç yıllık, bes yıllık, on yıllık planları olsa ve ona göre hareket etseler. Maalesef
sürdürülebilir bir planımızın, sürdürülebilir bir politikamızın olmadıgını söyleyebiliriz.
Bunun nedenleri ne peki? Çesitli kurumların birbirlerini çekemediginden
bahsettiniz; tek adamlık psikolojisinden bahsettiniz; otoriter liderlerden
bahsettiniz. Bunlar mı rol oynuyor bu politikasızlıkta yoksa baska etkenler de
var mı?
Tabi bu bir kültür meselesi, anlayıs meselesi, tecrübe meselesi. Henüz Türk toplumunun
bahsettigimiz birlikte çalısma anlayısını yeterince gelistirdigini söylememiz zor. Umarım
önümüzdeki dönemlerde ortak çalısma kültürü ortaya çıkar. ?sbirligi çok önemli. ?çinde
bulundugumuz toplum da bu tecrübelerden geçmis. Yeni yeni anlıyoruz ki içinde
bulundugumuz toplumda, insanlar ya da kurumlar, farklı düsüncelere ya da anlayıslara
sahip olsalar da, herhangi bir konuda ortak harekette bulunmaktalar. Bizim göçmen
kuruluslarında ‘illa da ben!’, ‘illa da su kurum, bu kurum’ anlayısı var. Bu birlikte çalısma
kültürünün özlemi içindeyiz; ama bunu henüz yakalamıs da degiliz.
Tek adamlıktan kaynaklanıyor olabilir mi bu durum?
O da var tabii. Sorumlulugu paylasmamaktan meydan bireylere kalıyor. O da tek basına
ne kadar yapabiliyorsa düsünüyor, karar alıyor ve uygulamaya koyuyor. Bu da,
basarısızlıgımızın baska bir cephesi.
O zaman kurumsallasmadan bahsetmek de pek gerçekçi olamaz…
Tabii. Kurumsallasma açısından, sosyolojik olarak bakıldıgında, eksikliklerimiz çok. Zira
sartların zorlamasıyla ve bireylerin zorlamasıyla yürüyen bir örgütlenme anlayısımız var.
Henüz görev ya da is paylasımı yahut katılım anlayısını gelistirmis ve yerlestirmis degiliz.
Yakın zamanlarda bir göçmen kurumu hakkında iddialar ortaya atıldı. Henüz
netlesmis bir sey yok, her sey iddia halinde. Ama bir yerde dediniz ki bir
kurumumuzun basarısı ya da basarısızlıgı bütün göçmen toplumuna mal
ediliyor. %ddia seklinde olsa bile böyle manzaralarla karsılasmamak için Türk
toplumu olarak ne yapmamız gerekiyor?
Kamuoyuna böyle bir seyin yansımıs olması, elbette ki acı ve gönül açıcı bir sey degil.
Biz hakim degiliz. Hollanda bir hukuk devleti. Dolayısıyla, gelismeleri takip etmekte fayda
görüyorum. Üzüntüm böyle bir seyin bir Türk ya da Müslüman bir örgütle ilintilendirilmesi
ve onun basına gelmis olması. ?çinde yasadıgımız toplumda böyle olaylar, sık sık
karsılasılan olaylar. Ama bizde olmamasını arzu ederdim. Keske olay bu noktalara
gelmeseydi. Bu açıdan kurumlarımızın kendilerini bir defa daha degerlendirmeye tabi
tutması gerekiyor. Özellikle yardım alanların. Zaten dikkatliler, ama daha fazla açık
olmaları, seffaf olmaları zorunlu. Sadece bu olay nedeniyle degil, her zaman da bu
zorunluluk gözetilmeli. Yöneten adam, hesap vermeyi de bilen adam olmalı.

Scroll naar boven
Scroll naar top