Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’den Avrupa’ya yaşanan Türk göçü, Avrupa toplumlarının demografik, sosyal ve kültürel yapısında kalıcı değişimlere yol açarken, Avrupa’da adeta “yeni bir Türkiye”nin oluşmasına zemin hazırlamıştır. 1960 ve 1970’li yıllarda Anadolu’nun farklı şehirlerinden kalkıp gelen yüz binlerce insan, Avrupa metropollerinde bir araya gelmiş, burada yalnızca işçi değil; dostluk, akrabalık ve kader birlikleri de inşa etmişlerdir.
Aradan onlarca yıl geçmiş olmasına rağmen, bu dostluklar ve paylaşılan hayat tecrübeleri, tazeliğini korumaktadır. Nerede olursa olsun, Avrupalı Türkler bir araya geldiklerinde, ortak geçmişin hatıraları canlanmakta; o anda özlem, hasret ve heyecan yeniden filizlenmektedir.
Bu bağlamda, 1980’li ve 1990’lı yıllarda Hollanda’da yolları kesişmiş üç kişinin yıllar sonra bir vesileyle bir sofra etrafında yeniden buluşmaları, göç tarihinin hafızasında yer edinen sembolik bir karşılaşma olmuştur. Bu üç ismi buluşturan ortak payda, göçmenlik tarihinin bir döneminde Amsterdam’da sivil toplum faaliyetleri ve akademik hayatın merkezinde olmalarıdır. İçlerinden ikisi, Amsterdam Üniversitesi’nde aynı yıllarda eğitim görmüş, üniversitenin kantinlerinden kütüphanelerine, yüzme havuzlarından kafelerine uzanan mekânlarda dostluklarını pekiştirmişlerdir.
Üstelik her ikisi de, kendi fakültelerinden mezun olan ilk Türk öğrenciler olarak tarihe geçmişlerdir. Arap Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olan bir öğrenci, mor kravatı ve takım elbisesiyle mezuniyet töreninde hatırlanırken; Sosyal Bilimler Fakültesi’nden mezun olan diğeri de, adeta miting havasında geçen mezuniyet töreniyle dönemin Türk basınında manşetlere taşınmıştır. Bu gençler, yalnızca akademik başarılarıyla değil; sosyal ve kültürel etkinliklerdeki öncülükleriyle de öne çıkmışlardır.
Mezuniyetin ardından ise bu isimlerin her biri, farklı alanlarda göçmen toplumuna hizmet etmeyi sürdürmüştür. Birisi, Hollanda tarihinde bir ilki gerçekleştirerek İslam Üniversitesini kurmuş, göçmenler için imkânsız gibi görünen bir hayali gerçeğe dönüştürmüştür. Onun çabaları, kimi zaman devlet erkanının desteğini, kimi zaman da karar vericilerle yaşanan gerilimleri beraberinde getirmiştir. Mücadele azmiyle başlayan bu yolculuk, nihayetinde yorgun bir savaşçının anılarını kaleme aldığı hacimli bir eserle taçlanmıştır.
Diğer isim ise, Amsterdam’ın küçük bir mahallesinden başlattığı Türk kültür ve medeniyet hareketini Hollanda geneline, Avrupa’ya ve nihayet Türk dünyasına taşımıştır. Sivil toplumun en saf haliyle gönüllülüğü yaşatan bu kişi, kırk yıl boyunca iki bini aşkın etkinlik gerçekleştirmiş, kimi zaman takdirle, kimi zaman kıskançlıkla, kimi zaman da tartışmalarla anılmıştır.
Üçüncü isim ise, sağlık alanındaki onlarca yıllık mücadelesiyle öne çıkmıştır. Avrupa’dan Türkiye’ye, Türkistan’dan Asya’ya uzanan coğrafyalarda yaşlılara ve ihtiyaç sahiplerine dönük projeler geliştirmiş, uluslararası sempozyumlarla küresel bir sağlık vizyonu ortaya koymuştur. Hayal gücü ve bitmeyen enerjisiyle hâlâ yeni projeler üretmekte, her gittiği kurumda mücadelesini anlatmayı sürdürmektedir.
Değerli okuyucular, işte “uzaklarda dertleşmek” böylesi bir şeydir. Avrupa Türkleri, 20. yüzyılın sonu ve 21. yüzyılın başında, yalnızca bireysel başarılarıyla değil, kolektif mücadeleleriyle de tarihe geçtiler. Fiziksel olarak farklı ülkelerde yaşasalar da gönül birlikteliklerini korudular.
Günümüzün sivil toplum aktörleri için bu hikâyeler fazla anlam ifade etmeyebilir; çünkü zamanın ruhu değişmiştir. Ancak kurumsal hafızayı önemseyenler ve ahde vefayı ilke edinenler için, Avrupa’daki her bir küçük mücadele takdire şayandır. Bilinmese de, hatırlanmasa da, bu çabalar tarihin sayfalarında yerini alacaktır.
Selam olsun uzaklarda buluşanlara, selam olsun uzaklarda heyecanlananlara, selam olsun gönülleri birleşenlere.
Veyis Güngör
2 ekim 2025