Bir hükümdar ve gökyüzünün sultanı Uluğ Bey
Öğle saatlerinde ulaştığımız büyük bir parkta, ince bir sessizlik başlıyor. Güneş, Registan Meydanı’nın mavi çinilerinde parlıyor… Her adımda, taşların arasına sinmiş bir zaman duygusu yükseliyor insanda… Tatlı bir rüzgâr, tarihî duvarların arasından geçerken sanki Uluğ Bey’in nefesini taşıyor.
Registan… Şehrin kalbi, bilginin ve estetiğin bir arada nabızının attığı meydan. Bir tarafımda Uluğ Bey Medresesi, diğer tarafımda Şir-Dor ve Tilya-Kori… Üçü de göğe dönmüş, dua ediyorlar sanki… O görkemli kapılara bakarken, insanın içini kaplayan yalnızca hayranlık değil; aynı zamanda merak ve derin bir düşünce… Gökyüzüne ulaşmak, bilim ve irfana yaklaşmak isteği var mimaride.
Öyle ki başkanım, bu meydanda atılmış her adım, bir medeniyetin ayak sesi gibi geliyor insana. O medeniyet ki, bilgelik ile kudretin, ilim ile siyasetin birbirinden ayrılmadığı bir çağın eseridir. Ve o çağın en parlak yıldızlarından biridir Uluğ Bey; Emir Timur’un torunu, hem bir hükümdar hem de gökyüzünün sultanı.
Anlatılır ki, Uluğ Bey dünyaya geldiğinde, Emir Timur büyük bir seferdeydi. Torununun doğumunu işitince, sevinçten o seferdeki esirleri bağışlamış. Asıl adı Muhammed Taragay’dı; fakat zaman, onu ilmin ve gözlemin büyüklüğüyle “Uluğ” kılmıştı. Henüz çocuk yaşlarda dedesinin meclislerinde bulunmuş, devlet yönetimini ve bilginin değerini birlikte öğrenmişti.
Uluğ Bey, on altı yaşında Semerkant’a vali tayin edildiğinde, şehir bir bilim ocağına dönüşür. Zira onun zihninde bir hükümdardan çok bir bilginin tutkusu vardır. Gökyüzünü izlemeye, yıldızları ölçmeye ve zamanı anlamaya dair derin bir merak…
Semerkant’ın yüksek bir tepesine inşa ettirdiği rasathane, bu merakın abideleşmiş hâlidir. Bugün yeşillikler içinde gezilen binada, hâlâ bir bilgelik rüzgârı esiyor. İşte o rasathanede, dönemin bütün imkânsızlıklarına rağmen, bir yılın süresini yalnızca 58 saniyelik farkla hesaplamışlardır.
Kadızade Rumi, Gıyaseddin Cemşit ve Ali Kuşçu gibi isimlerle birlikte, insanlığın gökyüzüne bakışını değiştirmiştir. Uluğ Bey’in, yazmaya başladığı ve kendisinden sonra İngiltere ve Fransa’da okutulacak “Zic-i Cedid-i Gurgani” (Gürgan’ın Yeni Yıldız Tablosu) çalışması, Ali Kuşçu tarafından tamamlanmıştır. Kitabın giriş bölümünde “Dört bölümden oluşan bu kitapta, gezegenlerin hareketleri ile ilgili bütün gözlem ve tecrübelerimizi kayıt altına aldık” ifadesi yer almaktadır.
Elbette böyle bir aydın, dönemin dini anlayışını da zorlamıştır. Medresenin giriş kapısına yazdırdığı, “İlim öğrenmek her Müslümana farzdır” hadisi, dönemin bazı din adamlarını rahatsız etmişti. Ama o, bilginin Allah’a yaklaşmanın yollarından biri olduğuna inanmıştı.
Bir hükümdar ve bir bilim insanı olan Uluğ Bey’in hikâyesi, ne yazık ki acı bir sonla biter. Oğlu Abdüllatif, iktidar hırsıyla babasına karşı kışkırtılır. Baba oğul arasındaki mücadele, sonunda bir trajediye dönüşür. Oğlunun lehine iktidar mücadelesinden çekilen Uluğ Bey, hac yolunda, oğlunun emriyle öldürülür. Ve o günden bu yana, Özbek halkı çocuklarına “Abdüllatif” adını vermez.
Büyük Türk şairi Ali Şir Nevai, onun ardından şöyle der:
“Onun bütün akrabaları vefat etti. Şimdi onları hatırlayan var mı?
Fakat Uluğ Bey ilim ile uğraştı ve çok şey kazandı.
Onun gözünde gökyüzü yere kadar indi.
Dünyanın sonuna kadar, insanlar onun kanunlarını kullanacaktır.”
Başkanım, Registan Meydanı’ndan ayrılırken başımı kaldırıp tekrar göğe baktım. Uluğ Bey’in de bu meydanda gözleriyle aynı noktaya baktığını düşündüm bir an. Sanki gökyüzü, onun mirasıydı; bizlere bıraktığı bir düşünce ufkuydu…
Yarın, Türklerde Peygamber sevgisinin sembolü Şah-ı Zinde Külliyesi, Semerkant halk pazarı ve diğer hikayelerle devam edeceğim. Uluğ Bey’in gökyüzünden yeryüzüne bıraktığı ışığın izinde, Türk düşüncesinin taşlarda, kubbelerde, dua eden ellerde yaşayan sesine kulak vereceğim.
3 Ekim 2025
Veyis Güngör