Büyük İmam, İmam Mâturîdî’nin Huzurunda…
Başkanım, bir önceki mektubumu bitirirken, Türkistan programımızda büyük İmam, İmam Mâturîdî’nin türbesini ziyaret edeceğimizi söylemiştim. Bizler, sizin de takdir edeceği gibi aklımızın erdiği ilk yıllardan itibaren “itikatta imamımız İmam Mâturîdî, amelde ise İmam-ı Azam Ebu Hanife’dir” diye yetiştik. Ne var ki, her iki imamın da düşünce dünyasına dair bilgilerimiz, itiraf edeyim ki, yok denecek kadar sınırlıdır.
Bu duygu ve hesaplaşmanın içinde ilerlerken, Semerkand’lı rehberimiz Timur, dar sokaklardan ağır ağır geçiyor; bakımsız, kimi yıkılmaya yüz tutmuş evlerin arasında türbenin yerini bulmaya çalışıyordu. Doğrusu, bu mahallede büyük bir imamın türbesinin olabileceğinden ben de şüphe etmeye başlamıştım. Bir taraftan da, hafızamda, İmam Mâturîdî Türbesi’nin Sovyetler Birliği döneminde yıkıldığı ve bir önceki Özbekistan Devlet Başkanı İslam Kerimov’un talimatıyla şimdiki yerine yeniden inşa edildiği bilgisinin olduğuydu.
Timur arabayı park etti. Semerkand’taki diğer tarihî eserlerle kıyaslandığında daha sade görünen, fakat Türkistan mimarisinin bütün vakur zarafetini taşıyan kapıdan içeri girdik. Türbenin kapanış saatine yakın geldiğimiz için ortalık sakindi; bu sükûnet, bize İmam Mâturîdî ile daha derinlikli bir hasbihal imkânı sunuyordu. Türbenin ortasında İmam Mâturîdî’nin kabri ile birlikte Şeyh Celaleddin Fazlullah gibi Türk İslam alimlerinin kufi yazıyla yazılmış mezar taşları yer alıyor. Duamızı ettik.
Duanın ardından Timur dışarı çıktı. Ben ise biraz daha türbenin başında kaldım. Bu yalnızlığı fırsat bilerek, büyük bir heyecan ve mahcubiyetle düşünmeye başladım: “Bizleri yoktan var eden Allah’ı, evreni, imanı, İslam’ı, insanı ve yaratılışı anlama ve anlamlandırmada rehber bildiğimiz bu büyük İmam hakkında nasıl olur da bu kadar az bilgi sahibi oluruz? Neden üzerinde daha fazla düşünmeyiz?…”
Daldıkça daldım… Aklıma, kıymetli büyüğümüz Sait Başer’in “İmam Mâturîdî ancak 1980’lerden sonra Türkiye’de yeniden gündeme gelmeye başladı” sözü geldi. Oysa 10. yüzyıldan itibaren Mâverâünnehir’de doğan ve Ebu Hanife çizgisini takip eden Mâturîdî düşüncesi, Türklerin gittiği pek çok coğrafyada yayılmış, 16. yüzyıla kadar da Türk topluluklarında belirleyici olmuştu.
Başkanım, İmam’ın kabri başında zihnimde belirenler arasında en çok “insan” tasavvuru üzerinde durdum. Bu düşünce beni öğrencilik yıllarında okuduğum Endülüslü bilge İbn Tufeyl’in “Hayy bin Yakzan”ına götürdü. Büyük İmam’a göre insan, “şehadet âleminden edindiği tecrübeyle, amaçlı ile amaçsızı ayırabilen, aklıyla hakikati arayan bir varlık” olarak tanımlanmaktadır. Yine Mâturîdî’ye göre, “Aklı yerinde olan herkesin, davranışlarıyla hikmet yolundan ayrılması da ona yakıştırılamayacak bir husustur. Şu halde aklın da bir parçasını oluşturduğu evrenin hikmet dışı bir temel üzerinde kurulmuş veya isabetsiz yaratılmış olma ihtimali söz konusu olamaz”.
Aynı şekilde, ıssız bir adada tek başına yaşayan Hayy, sadece aklıyla, soru sorarak ve tefekkür ederek, hiçbir öğretici olmaksızın hakikate ve Yüce Yaratıcı’ya ulaşır. İmam Mâturîdî de insanın ve evrenin yaratılışının bir gaye ve hikmete dayandığını söyler. Bu, insanın hem özgür hem sorumlu olduğunun açık ifadesidir.
Başkanım, açıkçası İmam’ın huzurunda şunu içim acıyarak fark ettim: Yüzyıllardır tekrar ettiğimiz “itikatta Mâturîdîyiz, amelde Hanefîyiz” söylemi, ne kadar da yüzeysel bir ifade… Bir yanda akıl ve hikmeti merkeze alan bir imamın düşünce mirası, öte yanda imanını sorguladığımız, insanları kolayca tekfir ettiğimiz, söz ve nakille aklı susturduğumuz gündelik tavırlar… Bu çelişkiyle yüzleşmek beni derinden sarstı.
Türbeden ayrılırken “İnsanı özgür, güçlü ve aynı zamanda sorumlu bir varlık olarak tanımlayan; Allah’ın ayetlerini yorumlarken hikmeti ve erdemi öne çıkaran, akıl, bilim ve kul hakkını ısrarla savunan İmam Mâturîdî’nin düşünce dünyasını hakkıyla anlamaya layık olalım” diye dua ettim, başkanım.
Semerkand’dan ayrılmadan önce, İslam tarihinin büyük isimlerinden İmam-ı Buhari’yi de ziyaret etmeyi planladık. Ancak türbenin tadilatta olması sebebiyle gidemedik; uzaktan dua etmekle yetindik.
Başkanım, yarın Semerkand–Buhara tren yolculuğuna çıkıyoruz. İnşallah bir sonraki mektubumu Buhara’dan yazacağım.
Veyis Güngör
Semerkant, 30 Ekim 2025