Liseli gençler, kırk yıl sonra Eyliya Çelebi’de buluştu…

Bu yaz, bir ilki daha yaşadım. Lise arkadaşlarımızla bir araya geldik. İlkokul arkadaşlarımızla uzun zamandır bir araya geliyor, hatıraları canlandırıyorduk. Ancak, liseli arkadaşlarla buluşmak bu seneye nasip oldu. Gerçi sosyal medyada, WhatsApp grubumuz vardı ve bazı arkadaşlarla dijital olarak sohbet ediyorduk. Ama, fiziki olarak buluşmamız ve çay içmemiz, sohbet etmemiz ilk kez gerçekleşiyordu.
Aradan yıllar, ama ne yıllar geçmişti ki. Tam kırk yıl…
Bıyıklarımız yeni terliyordu o yıllarda. Ergenlikten gençliğe geçiş dönemini yaşıyorduk.
Ve kader bizi, Konya Endüstri Meslek Lisesi’nde bir araya getirmişti. Sınıfta kırkbeş kişiydik. Köyden gelenler de vardı, şehirde büyüyenler de… Yani köylü, kentli, zengin, fakir hep aynı sınıftaydık. Önce hemşericilik dayanışması ve sonra siyasi dayanışmanın ön plana çıktığı dönemdi.
O yıllar, aynı zamanda Türk siyasi tarihinin en çalkantılı yıllarıydı. Türkiye koalisyonlarla yönetiliyordu. Mahalleler bölünmüş, okullar ele geçirilmişti. Mahalleye, okula, fabrikaya hangi siyasi görüş hakimse, karşı tarafın hayatı zorlaşıyordu. Bıyıkların şekli, giydiğiniz parkalar, hangi siyasi görüşten olduğunuzu ortaya koyuyordu…
Ve bu yaz tatilinde, liseden arkadaşım Mehmet Emin Okur ile bir AVM’de karşılaştık. Kucaklaştık. Hal, hatır sual ettik. Tabiiki liseden sonra ilk görüşmemiz değildi bu Mehmet’le. Ayrılırken, arkadaşlarla buluşalım diye kararlaştırdık. Organizeyi Mehmet Okur, Celalettin İyikavak ve Sami Gürel üstlendiler. Bir hafta gibi kısa bir sürede arkadaşların bir bölümüne ulaştılar. Bir Çarşamba akşamı, Meram Yeni Yol’daki Evliya Çelebi Çay Bahçesinde buluştuk.
Buluşma saati geldi çattı. 1978-1979 mezunları teker teker Evliya Çelebi’ye gelmeye başladılar. Sami Gürel, yerinde duramıyor, yoldakilere bulunduğumuz yeri tarif ediyordu. Hatta evi yakın olanları arıyor, ‘hadi gelin gayri’ diyordu.
Kurulan masanın etrafında; Halil İbrahim Çapanoğlu, Ahmet Hakkı Özbilğiç, Metin Şentürk, Celalettin İyikavak, Mehmet Sözer, Sami Gürel, İsmail Güneş, İbrahim Karataş, Ahmet Sayı, Veyis Güngör ve Mehmet Okur yerlerini çoktan almışlardı. Mazereti olup gelemeyenler arasında Talip Öğmen, Sami Dedeoğlu, Mustafa Tarakçı, Abidin Şen, Halit Ceran, Kamil Nayır ve küçük Kerim vardı.
İlginçtir, buluşmada olmamalarına rağmen, hatıralarda en çok zikredilen isimler Ahmet Özden, Süleyman Poçan, Abidin Şen, Mehmet Alkan ve Ali Şen oldu.
Sami Gürel, hiç mi hiç değmemişti sanki. Lisedeyken sınıfta yerinde duramazdı, kabadayı havasıyla, bakışlar atartı. O akşam da bir türlü oturamıyordu yerinde.
Ahmet Sayı da hiç değişmemişti. Pratikti. Nüktelerine devam ediyor, bazen, sağ tarafındaki Mehmet Sözer’e ‘aslanım yine dayağı yiyeceksin’ diyordu. Mehmet Emin Okur, sakin sakin lise hatıralarını anlatıyor, arkadaşlarımızın özelliklerini hatırlatıyor ve milleti kahkahalara boğuyordu. İsmail Güneş, İbrahim Çapanoğlu, Ahmet Hakkı Özbilğiç ve İbrahim Karataş eskiden olduğu gibi gayet sessizdiler. Mehmet Sözer’de değişiklik yoktu. Bağıra bağıra konuşmaya devam ediyordu. Celalettin, lise yıllarına göre gayet sessizdi, arada söze karışıyor, ama genelde dinliyordu. Metin Şentürk de, yıllardır gülmeye devam ediyordu. Naçizane, ben de sessizce dinleyenlerdendim.
Sınıfta hem bazı öğrencilerin hem de bazı öğretmenlerin lakapları vardı. Mehmet Sözer’e ‘Yerden bitme’, İsmail Uçar’a ‘Tipitoş’, Celalettin’e ‘Sırık Celal’, Ibrahim Karataş’a ‘Hayta’, Ali Şen’e ‘Ali Dayı’, iri yarı olan Mehmet’e ‘Agop’ ve rahmetli Bekir Kaçar’a ‘Mazot Bekir’ denirdi. Hocaların da lakapları vardı elbette. Çok sert ve hiç gülmeyen bir teknik ders hocasının lakabı ‘Retgit’ di. Yine bir başka hocanın lakabı ise ‘Skoda’ydı.
Sınavlarda kopya çekmek de bir marifetti. Mehmet Sözer’e göre, bu işin kıralı Ahmet Sayı’ydı. Sayı, kopyayı üşenmeden çetvel ve gönye üzerine ince ince yazardı. Metin Şentürk de, kendi yazdığı kopyayı sınavda okuyamadığı için, kopya kağıdığını Mehmet Emin’e vermede geçikirdi.
Lise yıllarımızda, genelde olduğu gibi, bizde de dersi asmak marifetti sanki. Dersin boş geçmesine, hocanın gelmemesine, ya da kızıp dersi terketmesine baya sevinirdik. Öyle ki, dersi kaynatmak için, okulun çatısında yakalanan güvercin sınıfa salınırdı.
Sınıf, ‘Hababam Sınıfı’ndan farksızdı.
Dayak, sınıfın olmazsa olmazlarındandı. Bir gün matematik dersindeyiz. Ethem hoca bir hışımla sınıfa girdi. Hocanın suratı çok asıktı. Eli kıçında, bir ileri bir geri volta attı sınıfta. Sessizliği Yerden bitme bozdu. ‘Hocam, canınız evde sıkıldı herhalde’ dedi. Hoca, daha da kızdı ve Yerden bitme’ye öyle bir tokat attıki…
En çok şaka, Retgit hocaya yapılırdı. Sandalyesine yağ dökülürdü mesela. Torna makinasının yağı gevşetilir, çalıştırılınca Retgit’in eli yüzü yağ olurdu. Bir gün kar yağmıştı. Retgit’in fötr şapkası vestiyerde asılıydı. Ahmet Sayı, hocanın şapkasını karla doldurmuştu. Bu şaka, bardağı taşıran son damla olmuştu. Ama, okul müdürünün büyük gayreti ve Ahmet Sayı’nın özür dilemesiyle, mesele tatlıya bağlanmıştı.
Velhasıl, kırk yıl sonra, bir akşam, iki, üç saat zarfında, üç koca yılı atlatmak bir hayli zor. Biz o akşam, kısa da olsa, uzun yılların hasretini giderdik. Tekrar kucaklaştık. Merhabalaştık. Dertleştik. Hal ve hatırımızı, sağlık ve sıhhatimizi sual ettik. Birbirimize dua ettik. İnsan ömründe üç yıl önemlidir elbette. İnşallah, önümüzdeki dönemde daha sık biraraya geliriz. Ne de olsa bir kader birliğimiz var.
Uzaklarda dertleşmeye gerek yok. Her fırsatı değerlendirmek gerekir.
Veyis Güngör
7 Eylül 2018

Scroll naar boven
Scroll naar top